Pages

20.11.10

Philip!.. K!.. Dick!..


Hayatım boyunca bilimkurguya takıntılı bir insan oldum. Daha okuma yazma bilmezken dedemin devasa kütüphanesindeki ansiklopedilerden uzay, yıldız, gezegen fotoğraflarına bakarak saatlerimi harcardım. Daha sonra ilkokul yıllarımda okumayı söker sökmez Jules Verne kitaplarına sardım. Ay'a Seyahat, Denizler Altında 20.000 Fersah, Balonda Beş Hafta, Esrarlı Ada, 80 Günde Devr-i Alem, Dünyanın Merkezine Yolculuk, Kaptan Grant'ın Çocukları, Karpatlar Şatosu gibi eserleri yalayıp yutarken diğer yandan da eve alınan video ile bilimkurgu sinemasına da giriş yapmış oluyordum. Video kasetçi aynı zamanda bizim dükkanın müşterisiydi (esnaf dayanışması) ve bu sayede istediğim an gidip hesaba yazdırarak beğendiğim filmi alabiliyordum (o zamanlar filmler için yaş sınırı falan kimse sallamazdı). Bu sayede Star Wars, Alien ve Back To The Future serileri ve Blade Runner, Terminator, Robocop, Total Recall gibi efsanelerle daha ilkokulun ilk sınıflarında tanışıyordum (o yaşlarda gidip kaset rafından Stalker'ı, Solyaris'i, 2001: Space Odyssey'i seçmem pek imkan dahilinde değildi).

İşi öylesine bir bilimkurgu fanatizmi boyutuna getirmiştim ki ilkokul 3. ya da 4. sınıftayken öğretmenimiz bizden okuduğumuz bir kitabı sınıfta tanıtmamızı istediğinde herkes dönemin trendi Ökkeş serisi ya da Gülten Dayıoğlu kitapları ile sunumlarını yaparken ben Tanrıların Arabaları'nın tuğla gibi ilk basımıyla tahtaya kalkıp ufacık veletlere evrende milyarlarca yıldız olduğunu (önce tabi milyarın ne kadar çok bir sayı olduğunu anlatmaya çalışarak), ardından da böylesine büyük bir alanda eğer sadece biz varoluyorsak bunun ne kadar büyük bir yer kaybı olacağından bahsederek işi uzaylılara getirince öğretmenimiz hayretler içerisinde beni izledikten sonra annemi okula çağırmıştı.



Philip K. Dick (PKD) denen adamla tanışmamsa hayli geç oldu. Üniversiteye başladığım yıllarda Karanlığı Taramak (A Scanner Darkly) elime geçti. Okuduktan sonra kendi kendime epey küfredip bunca yıldır böyle bir cevheri nasıl gözardı ettiğimi sordum kendime. PKD daha önce okuduğum hiçbir bilimkurgu yazarına benzemeyen tarzıyla beni can evimden vurmuştu. Biraz araştırınca bu adamın Blade Runner ve Total Recall gibi başyapıtlarda imzasının olduğunu da öğrendim. Aslında onunla çocukluğumdan beri tanışıktım ama öncesinde bunun farkında değilmişim. "Almanlar ve Japonlar II.dünya savaşından galip ayrılsalardı bugün dünya nasıl bir yer olurdu?" sorusu ile rafta adeta "beni al, beni al!" diye bağıran Yüksek Şatodaki Adam'ı (The Man In The High Castle) bir çırpıda bitirdim ve PKD'ye duyduğum hayranlık daha da arttı. Ubik'te ne kadar uçmuş olduğunu farkedip hayrete düşerken Çığrından Çıkmış Zaman (Time Out Of Joint) ve Simulakra (Simulacra) gibi küçük cep kitaplarında bile yarattığı hikayeleri nasıl bir hayalgücüyle yazdığını görüp kendisini epey kıskandım.

Paralel evrenlere takıntısı, seçtiği karakterlerin hergün yiyip içtiğimiz, beraber sarhoş olup dağıttığımız kişiler içinden seçilmesi, hikayelerinin genelde -Asimov ya da Arthur C. Clarke'ınkiler gibi- çok uzak bir gelecekte değil de günümüzde ya da çok yakın bir gelecekte geçmesi, sisteme getirdiği ağır eleştiriler PKD'nin tarzında en çok öne çıkan ve kendisini favori yazarım kılan noktalar oldu her zaman. Kısacası bir PKD hikayesini sevmeme şansım pek yoktur. Bu nedenle genelde kitap alırken şöyle bir göz gezdirir ve okumadığım bir PKD kitabı bulursam balıklama atlarım. Geçtiğimiz günlerde Albemuth Özgür Radyosu'nu görünce beni neyin beklediğini bildiğimi sanıyordum çünkü PKD'nin en baba eserlerini okuduğumu ya da en azından sinemaya uyarlanmış hallerini izlediğimi düşünüyordum.

Albemuth Özgür Radyosu'nda PKD, diğer romanlarının aksine kendisini anlatıyor. Gerçekten kendisini ama. Bilimkurgu yazarı, Yüksek Şatodaki Adam ile Hugo ödülü kazanmış Philip isminde bir yazarın ve en yakın arkadaşı olduğunu iddia ettiği Nicholas diye birisinin başından geçen hikaye Berkley'de başlıyor. Berkley gerçekten de PKD'nin büyüdüğü şehir. [Küçük bir anekdot -kitapta bahsetmese de- PKD Berkley High School'da bilimkurgunun bir diğer efsane ismi Ursula K. Le Guin ile sınıf arkadaşı. İkisi beraber aynı dönemde mezun oluyorlar. Lisenin o dönemki diğer mezunlarının hayatta nerelere geldikleri sorusu da epey merak uyandırıcı].

Nicholas, PKD'nin anlattıklarına göre Berkley'in neredeyse tamamı gibi sol görüşte. Hatta ordudan atılmak için kendi silahını bozan bir karakter. Bu şekilde üniversiteden de kovulunca bir plak dükkanında çalışmaya başlıyor. [PKD'nin yazarlık yaptığı dönemde maddi güçlükler çektiği -zira kendisi ölümünden sonra değeri anlaşılan yazarlardan- ve bir plak dükkanı işlettiği biliniyor.] Sonrasında Nicholas geceleri rüyalarında VALIS denen bir çeşit yıldızlar arası iletişim ağıyla etkilişime geçiyor. Çok uzak bir yıldızdan gelen bu sinyalleri telepatik olarak algılıyor ve VALIS onun hayatını değiştirecek kararları almasında yardımcı oluyor (mesela küçük çocuğunda henüz hiçbir doktorun farketmediği bir doğum kusurunu bildirerek çocuğun hayatını kurtarıyor). Olayların geçtiği tarih 50'ler 60'lar olsa da hikaye farklı bir paralel evrende ilerliyor. Bu evrende de JFK suikasta uğruyor, Amerika Vietnam'da savaşıyor, PKD Yüksek Şatodaki Adam kitabıyla Hugo Ödülü'nü kazanıyor. Buraya kadar herşey tamam, fakan Ferris F. Fremont isimli  şahıs (Nixon ve Mccarthy'nin karışımı bir karakter) başkan seçilip birey haklarını yok ediyor ve bir polis devleti kuruyor. Soğuk savaş yıllarının paranoyaları, cadı avı dönemleri bu paralel evrende çok daha uç noktalarda yaşanıyor. VALIS'in tek amacının Nicholas'ın hayatını değiştirmek olmadığı da ortaya çıkıyor. Zira VALIS onbinlerce yıldır yeryüzündeki canlılarla farklı şekilde iletişime geçmiş ve bu sayede gezegende olan biten herşey üzerinde etkili olmuş, gerektiğinde devreye girerek dünyaya ve insanlığa rot balans ayarı çekmiş bir yapay zeka. VALIS peygamberlere tanrı olarak gözükmüş, kahinlere ilham vermiş bir nevi yapay tanrı. PKD ve Nicholas'ın evreninde de Ferris F. Fremont'u devirerek insanlığa kıyak geçmeye çalışıyor.

Rivayetlere göre Nicholas olarak da kendisini ve başından geçen bazı deneyimleri anlattığı Albemuth Özgür Radyosu'nun PKD'in en büyük başyapıtı olduğuna bence şüphe yok. Eğer hayatınızda hiç PKD okumadıysanız önce okuyabildiğiniz kadar okuyun, onu iyice anlayın, tanıyın, daha sonra Albemuth Özgür Radyosu'na başlayın. "Yok bu herif beni sarmaz" diyorsanız da az önce okuduğuma göre kitap filme çekilmiş ve bazı festivallerde gösterilmeye başlanmış. Yakında ya kendi festivallerimizden birinde gösterilir ya da divx olarak indirilebilir kıvama gelir, haberiniz olsun.

*Az önce farkettim, acaba PKD'nin ölümünden sadece birkaç gün sonra doğmuş olmam VALIS'in bir oyunu olabilir mi?

PKD Filmleri:

Blade Runner (1982)





Total Recall (1990)





Screamers (1995)





Impostor (2001)





Minority Report (2002)





Paycheck (2003)





A Scanner Darkly (2006)





Next (2007)

15.11.10

Machete



Bazı özel (daha çok da milli) meselelerden dolayı bir süredir (3 ay 3 gündür) kültürel sanayinin çıktılarından muaf durumdayım. Yeni çıkan albümler, filmler, siteler vs. maalesef yeni -ve geçici- hayat rutinimin içine hiçbir şekilde dahil olamıyor. Durum o kadar vahim ki aylardır buraya ilk kez bir kaç yüz vuruşluk bir yazı yazma şansı bulabiliyorum. Yalıtılmış minik dünyamda kafatasımın içindeki yumuşak şeyin git gide bir lahanaya dönüştürüldüğünü hissederken, bazı girişimlerde bulunarak ve bu vaziyete "çüş!" diyerek kendime uzun süredir sabırsızlıkla beklediğim Machete'i izleme fırsatı yarattım (bu fırsatı nasıl yarattığım apayrı bir yazı konusu).



Geçen 95 günlük süreçte izleyeceğim ilk film olması (3 yaşımdan beri hayatımda böyle bir dönem olmamıştı), Steven Segal, Don Johnson, Danny Trejo gibi çocukluğumun VHS dönemi kahramanlarını, Robert De Niro gibi yüce bir ismi, Jessica Alba, Michelle Rodriguez ve Lindsay Lohan gibi post-ergenlik dönemimin hatırı sayılır hatunlarını bir araya toplaması ve üstelik bu işe imza atanın da Sin City, El Mariachi, Once Upon A Time in Mexico, From Dusk Till Down gibi -kanımca- başyapıtlara imza atmış bir adam olması -ki bu Robert Rodriguez oluyor- nedeniyle seçimime oldukça güveniyordum. Yazının buraya kadarki geliş noktası okuyan kişiye filme bir bok atma havasında olduğumu hissettirebilir. Okuyan kişi nispeten haklıdır, nispeten de değildir. Şöyle ki, film aslında gayet başarılı. "İyi", "hoş", "izlenir", "güzel", "başarılı", "vay ulan", "üfff", "koppuyor" gibi yansımalarla ifade edilebilir, hakkını da verir. Benim takıldığım nokta bu "B Film" konseptinin bokunun çıkmış olması.


B Film repertuarı, ki bünyesinde VHS kaset dönemi efsaneleri Michael Dudikoff'lu American Ninja serisi, uzaylı Badi, bitik Dolph Lundgreen filmleri, Dünyayı Kurtaran Adam, Turist Ömer, Steven Segal sinemasını barındırır. Enteresandır, sözlerle anlatılmaz. 80'lerde ilkokulda sabahçıysan okul dönüşü eve kaset alır izlemek için ödevlerini sallarsın, videoya kasedi takar babaanneye patates kızarttırırsın, litrelik cam şişe kolayı da kafaya dikersin. İyilerin kötüleri eşek sudan gelene kadar dövüşünü gaza gelerek izlersin. O filmlerde şimdiki anti kahramanların falan esamesi okunmaz, iyiler salt iyi, kötüler de -özel efektler gibi- harbi kötüdür. Kısacası eşeğe altın semer de vurulsa yine eşekse neden altın semer vuralım, biz eşeği olduğu gibi kabullenmiş sevmişiz, ingiliz tayını photoshopla eşek yapmak neden?

Machete kötü bir filmdir demiyorum. Film -harbiden- iyidir, hoştur ama demek istediğim 20 milyon dolar harcarsan o film B Film olmaz. Eğer o kadar para harcayıp B Film kafasında bir film çekmek istersen işte o tetris grafikleriyle PES oynamaya benzer. Velhasıl özet olarak konsepte kılım. Kimse bana günümüzde B Film çekmek Hollywood sinemasına bir başkaldırıdır, eleştiridir, höttür, püttür, düdüktür demesin. İlla isyankar bir bünyedeysen alırsın bir handcam; işte Dogma 95, işte deve, ya çekersin, ya gidersin.

20 milyon dolara B Film konseptinde ve -dolayısıyla görüntü kalitesinde- film çekmek bana hayatımda kullanmayı en çok istediğim ama bir türlü kullanma fırsatı bulamadığım atasözünü ilk kez -sanırım- yerinde kullanma fırsatı tanıyor; Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu bre Sinyor Rodriguez!?... (İlk kez kullandığım için sonuna ünlem mi, soru işareti mi, yoksa üç nokta mı koyacağımı bilemedim).

Haa illa "B Film kafası isteriz" diye tutturursanız da Black Dynamite'ı şiddetle tavsiye ediyorum.

13.11.10

Radiohead - Live in Praha











Enlem boylam hesaplarına girildiğinde, Radiohead "yalnız ve güzel" ülkemize bundan 10 sene önceki Selanik konserinde en yakın olmuştu. O yıl malesef benim için ÖSS yılıydı. 18 yaşındaydım, heyecanlıydım, dershaneye gidip test çözüyordum, hoca bana takmıştı ve bir yandan da Kasımda çıkacak Kid A albümünü bekliyordum. Konuyu fazla uzatıp kendi kendime yine gerilmeden söylüyorum, ben o konsere gidemedim. Aslına bakarsanız ben Radiohead'in hiçbir konserine gitmedim. Bu gerçeğin son zamanlarda daha çok yüzüme çarpmasının en büyük nedenlerinden biri, geçen hafta grubun en genci olan Jonny Greenwood'un 39 yaşına girmesi, daha da kötüsü 40'tan gün almaya başlamasıdır.

Hemen belirteyim bu bir Radiohead yazısı değil. Aslında konu, Radiohead'in geçen sene Prag'ta verdiği bir konserin 50 girişimci genç tarafından olabildiğince değişik açılardan filme alınması. Ancak bu iş, bizim gördüğümüz konserlerdeki gibi sol elde çakmak, sağ elde cep telefonu kamerasıyla yapılmıyor tabii. Kullanılan profesyonel ekipmanlar dışında, Radiohead destek amaçlı konserin ses kayıtlarını projede kullanılması için ödünç veriyor. Haliyle hem görsel, bir o kadar da işitsel olarak gözleri dolduran bir çalışma ortaya çıkıyor.

Gerekli bilgiler köşemize geçersek eğer:
Projenin sayfası, Youtube grubu, fotoğraf albümü ilgili linklerde. Ana sayfada, konserde çalınan şarkı listesindeki parçalara tıklanınca ayrı ayrı Youtube'dan performanslar izlenebiliyor. Merak edilen sorunun cevabı olarak, indirme opsiyonları arasında DVD, AVI, Quicktime, MKV ve I (pod,pad,phone) seçenekleri mevcut. PC kullanıcıları için MKV formatını öneriyorum. Kendisi 4.11 GB olup HD kalitesindedir, güvenle kullanabilirsiniz. Ayrıca  yapanlara sordum, Blu-ray formatı sonra gelecek dediler. Sitede en güzel kısmını ise en sona yazmışlar: 

"Strictly not for sale. By the fans for the fans. Please share and enjoy".

Ben yine trailer ve ardından favorim olan birkaç videoyu koyayım da, içim rahat etsin, uykularım kaçmasın.






Konserin en başında, tatlı bir akşamüstü vaktinde gelen "15 Step". Arkasından "Reckoner", "There There" ve en sona da "Lucky". Burası rengarenk oldu zaten, geçmiş olsun.







10.11.10

Mogwai






"Ladies and Gentlemen...Mogwai!"
                             -John Peel (1996)


Kimi parçalar, bu parçaları yapan gruplar aklımda durmadan döner durur. Ne hissettirdiklerini, ne zaman hangi albümlerini dinleyeceğimi, birine karışık kaset yapacak olsam hangi şarkılarını ne sırayla koyacağımı bilirim ama "hele bir otur, anlat neyin nesidir bu gençler?" dediklerinde bir durup soluklanırım. İşte orjinal olmak, kabına sığmamak, dinlerken düşündürmek, müziğe yeni bir soluk, başka bir heyecan getirmek de böyledir. Kendim için değil, Mogwai için söylüyorum.

Kapağını beğenip albüm alınan yıllarımdan olan 2000'e bir kala, sıcak bir temmuz akşamında tanıştım "Come On Die Young" albümüyle. Açılış parçası "Punk Rock" çalmaya başladığında anlamıştım zaten daha önce dinlediğim hiçbir şeye benzemeyeceğini. Sevgili Iggy Pop'un en asi zamanlarında bir Kanada televizyonuna verdiği röportajın üstüne eklenmiş basit bir gitar melodisinden oluşuyordu. Artık sene 2010 uzay çağı olduğu için ben de yazının açılışını o video ile yapabiliyorum. Dinlerken okumak gibisi yok.



Kendilerine sorsanız, "biz post-rock yapmıyoruz" derler. Oysa İskoçya ve İskoçlar denince aklına sadece etek giyen, gayda çalan erkekler; Braveheart, Highlander filmleri ve viski gelen birçok insandan biri olarak ben de post-rock'ı Mogwai, trip-hop'u Massive Attack, Türk popunu da Erol Büyükburç sayesinde tanıdım.

Fakat gerçek buluşma 28 Ekim 2006'daki İstanbul konserlerinde gerçekleşti. Harika bir performans, kötü bir ses sistemi, güzel arkadaşlar, dehşet bir playlist, kapali boğucu bir mekan... İzlediğim en iyi konserlerden biriydi. O zamanki emektar cep telefonumla yaptığım kaydı koymak isterdim ama yapmıyorum çünkü o videoların kalitesinden, sahnedekilerin Blink182 bile olduğuna inandırabilirim herkesi.

Günümüze dönersek, Mogwai Ağustos ayında "Special Moves" ismiyle ilk canlı albümlerini yayımladı. Bununla birlikte bir de "Burning" adında bu seneki Brooklyn konser kayıtlarından oluşan 50 dakikalık bir belgesel ortaya çıktı.

O halde yeni belgesel Burning'ten izlemeye doyamadığım iki video ile başlayayım ben de. Son albüm "The Hawk is Howling" ten  "I'm Jim Morrison, I'm Dead" ve "Scotland's Shame" canlı kayıtları gelsin:





Son olaraksa 14 Şubat 2011'de yeni albümün çıkacağı resmi kaynaklarca kesinleşti. Yine kendi plak şirketleri Rock Action Records'tan yayımlanacak albümün ismi ise gerçekten çok fantasik. Hardcore Will Never Die, But You Will. Doğru söze ne denir? Bahsi geçmişken henüz yeni kararlaştırılan albüm kapağı da şu şekilde:


Videolara geçmeden önce şuradaki linkte nezih, kapsamlı ve güncel bir Mogwai toplamasına ulaşabilirsiniz. Ben de evimde severek kullanıyorum, çok memnunum.

Geldik videolara. İlk önce çok sevdiğim "Hunted by a Freak" ve canlı kaydı (2009 Dublin konserinden):








Çok takdir ederek takip ettiğim La Blogotheque topluluğundan yine harika bir kayıt: "Mogwai Fear Satan".






Hazır hızımızı almışken şahane klibiyle: "Batcat" ardından "We're No Here" ve çok sevdiğim "Friend of the Night" ile "Auto Rock".












Artık biraz yavaşlayalım diyorum ve finaldeki parçalar olarak, "Travel is Dangerous", "Take me Somewhere Nice", "I Know You Are, But What Am I?" ve son olarak da 1999 yılından "Cody" ile bitiriyorum. Ben de bittim çünkü artık dinlerken.